8 Eylül 2016 Perşembe

Koromuzun yeni çalışma dönemi

    Koromuzun yeni çalışma dönemi 19 Eylül Pazartesi günü İş.ka.der. de saat 14.00 de başlıyor. Tüm halkımız davetlidir. Her Pazartesi ve Cuma 14.00-16.00 saatleri arası koromuz çalışmalarına devam edecektir. Türk müziği severlere duyurulur. Pek yakında çalışanlar için akşam derslerimiz de başlayacaktır.

12 Nisan 2016 Salı

Ahmet Rasim

AHMED RASİM BEY
1864-21.9.1932

           Ahmed Rasim Bey, 1864 yılında Fatih, Sarıgüzel’de dünyaya geldi. Babası Kıbrıs’lı Menteşeoğulları’ndan Bahaeddin Efendi, annesi ise Nevber Hanım’dır. Ahmed Rasim’i annesi büyütmek zorunda kaldı. Çünkü babası Bahaeddin Efendi, ikinci eşi olan Nevber Hanım’ı, İstanbul’da görevli olduğu sırada tanımış ve evlenmişti. Tekirdağ’a tayin edilince bu defa da orada başka bir hanımla evlenen Bahaeddin Bey, Ahmed Rasim’e hamile olan Nevber Hanım’ı İstanbul’a göndermiş, Nevber Hanım da kendisini çocukluğundan beri yetiştiren bir ailenin yanına sığınmak zorunda kalmıştı. Daha sonra Nevber Hanım, Sarıgüzel’de bir eve yerleştirilmiş ve Ahmed Rasim bu evde doğmuştur. Babası Bahaeddin Efendi’nin daha sonra birkaç defa daha evlendiği de bilinmektedir.
Ahmed Rasim’in çocukluğu babasız ve annesinin yaptığı fedakarlıklarla geçti. O yıllara ait hatıralarında, Nevber Hanım’ın el dikişi dikerek geçimini sağlamaya çalıştığını, kendisinin de çok yaramaz bir çocuk olduğunu biraz da içi sızlayarak belirttiğini görmekteyiz.
Ahmed Rasim, ilkokul eğitimini birkaç semt okulunda tamamlamaya çalışmıştır. Okuldaki eğitim sistemi ve bazı sert tutumlar ve dönemin koşullarından dolayı onun birkaç okulda okuduğunu, halasının kocası Miralay Mehmed Bey’in himayesinde özel derslerle yetiştirilme çabalarını, yine kendisinden öğrenmekteyiz.
Ahmed Rasim Bey 1875 yılında Darüşşafaka’nın yetimler kısmına yazıldı. Yatılı olarak okuduğu bu okul onun, dönemine göre klâsik bilgilerle donatıldığı bir yer oldu. Yeteneği tesbit edilmiş öğrencilere mûsıkî derslerinin de verildiği bu okul, Ahmed Rasim’in mûsıkî ile olan uğraşısını geliştirdiği ve Zekâi Dede gibi dönemin en önde gelen üstadından yararlanmak gibi bir şansı da ona verdi.Darüşşafaka yıllarında şiir, edebiyat ve mûsıkî ile yakından ilgilenen Ahmed Rasim Bey, okula yasak olmasına rağmen bazı dergi ve mecmuaları sokmuş, (ki bunlar arasında Haşim Bey’in mecmuası da vardır) yine okulun hapishanesine girmek ve üç ay izinsiz kalmak cezasını göze almış, gizlice Galata’daki Kuşlu tiyatrosuna giderek orada kanto, Direklerarasında da fasıl dinlemiştir.
8 yıl eğitim gördüğü Darüşşafaka’dan 1883’de birincilikle mezun olan Ahmed Rasim Bey, gerek mûsıkî gerekse edebiyat konularında kendisini bir hayli geliştirmişti.
Ahmed Rasim Bey, okulu bitirdikten sonra, Posta Telgraf Nezareti Fen Kalemi Kâtipliğine memur olarak girdi. Aynı yıllarda hocası Zekâi Dede’nin kudümzen başısı olduğu Bahariye Mevlevihanesi’ne devam etti ve mûsıkîmizin önemli eserlerini burada da geçme imkanını buldu. Yine aynı günlerde Fransızca’dan, tercüme ettiği bir yazıyı Ahmed Mithad Efendi’ye ulaştırarak Tercüman-ı Hakikat de yayınlanmasını sağladı. Böylece gazetecilik hayatı da başlamış oldu. Görev yaptığı Devlet Memuriyetinden 1.5 yıl kadar sonra ayrıldı ve Ahmed Mithad Efendi’nin de desteği ile kendisini gazeteciliği verdi. Kısa bir süre sonra da Bab-ı Ali’nin en ünlü kalemlerinden biri oldu. Yine bu yıllarda İstanbul’un eğlence hayatına daldığını ve özellikle de “Perukâr„ isimli bir ermeni berber ile içki alemlerine başladığını kendi yazılarından öğrenmekteyiz.
Fevkalâde bir üslub ile kaleme aldığı 140’a varan eser ve makaleleri ile Ahmed Rasim Bey, Türk edebiyatının da en önemli şahsiyetlerindendir.Hatıralar,hikâyeler,romanlar,fıkra makale,tarihi araştırmalar,ilmi kitaplar ve çevirileriyle,özellikle de İstanbul’un sosyal hayatındaki her kesimi anlatmaktaki hüneri ,onu ayrı bir yere koymamızın başlıca nedenidir.

Ahmed Rasim’in musıki’ye olan bağlılığı, gazino ve evlerde düzenlenen mûsıkî toplantılarını detaylı şekilde anlatması da hem onun mûsıkî hayatı, hem de mûsıkî tarihimiz bakımından büyük önem taşır. Mûsıkî genel san’at anlayışının önemli bir parçası olarak değerlendiren Ahmed Rasim Bey, profesyonelce olmasa da iyi bildiği ve rindane yaşayışının samimi bir parçası olarak gördüğü mûsıkîde de güzel eserler vermesine neden olmuştur. Şevki Bey, Tatyos Efendi, Vasilaki, Tanburi Cemil Bey gibi dönemin önde gelen bestekâr ve sazendeleriyle olan yakınlığı mûsıkî anlayışını etkileyen başlıca nedenlerdendir.Yine bu önemli müzik adamlarıyla olan hatıralarını bize aktarması da önemli bir husustur.
   Yapmış olduğu şarkılar teknik olarak sağlamdır. Bazı şarkılarında Şevki Bey’in üslub anlayışı görülür. Döneminde çok kullanılan Uşşak, Sûznâk, Hicâz, Segâh, Hüzzâm, Sabâ ve Rast makamlarını fazlaca kullanmıştır. Bir yönüyle iddiasız ve hakim olduğu makamlar samimi bir şekilde değerlendirmiştir. Kullandığı usuller de bu anlayışa paralellik gösterir. Torunu Osman Nihat Akın, dedesinin, yapmış olduğu şarkıların çoğunun, yaşadığı bir olaya dayalı olduğunu yazmıştır. Bunlara örnek olarak da şu şarkılar verilmiştir. İstanbul’un işgalinin verdiği üzüntü sonucunda “Bir bahar ister gönül, gülsüz çemensiz, lâlesiz” şarkısını bestelemiş ve ruh halini yansıtmıştır. Kurtuluş savaşında elde edilen başarı sonucunda da “Bir güldü benim bahtım uyandı” şarkısını bestelemiştir “Gözümde işve-nümâdır hayâl-i bî-bedeli” mısralı Bayâtî-Arabân şarkısını, Vefa semtinde oturan bir hanım için yazmıştır. Güzelliğine meftun olduğu bu hanımı, uzun yıllar sonra gördüğünde ise, aradan geçen zamanın yıkıcı etkisini gözlemlemiş bu defa da Uşşâk makamından

Sen söyle ne oldun yine âvâre mi kaldın
Candan sevenin kalmadı ağyâre mi kaldın

güfteli şarkısını bestelemiştir. Onun güftekârlığıyla ilgili, günümüze gelen iki olay da şöyledir:

Ahmed RasimBey bir kayboluşun sonunda perişan bir vaziyette günlerce sonra eve dönüp, birkaç saat uykudan sonra:
-Hanım, ver benim öteki elbiselerimi. Arkadaşlar Miltiyadi gazinosunda bekliyorlar!
deyip sokağa fırlayınca, kocasının arkasından Sadberk Hanım
-Bey! diye seslenmiş.
-Ne var? Sorusuna karşılık da
-Hiç... diye cevap vermiş..


Ahmed Rasim Bey’in ısrarı sonucunda bu “hiç„ in eve erken gelmesi konusunda bir istek olduğunu anlamış yapılan vicdan değerlendirmesi sonucunda da Tatyos’un bestelediği ünlü güfteyi yazmış.

Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel

Yine başka bir ünlü şarkısının güftesinin nasıl yazıldığı konusunda ise Ahmed Rasim bize şunları anlatıyor:
“...... Bir gün arkadaşlarla yemek yerken zabıta başucuma dikildi.
  • Zatıalilerini Merkez Komutanlığına götürmeye memurum.
Şöyle bir ayıldım. O gün, o günden evvelki makalelerim birer birer gözümün önünden geçti. Öyle şüpheli bir şey yazmamıştım. O halde merkez komutanı Sadeddin Paşa, Sultan Hamid’in baş mutemedi acaba beni ne diye arıyordu? Soğuk bir terin ensemden bel kemiğim boyunca indiğini hissettim.
Dışarıda bir kanunu evvel (Aralık) gecesinin yarısı, rüzgârlı, uğultulu, tenha ve titrek kararıp gidiyordu. Zabit (subay) bir fayton çağırdı. Şemsiyemi kapadım, bir köşeye suçlu suçlu büzüldüm.
Çok bekletmediler. Fesimi, gözlüğümü düzelttim, redingotumun düğmelerini yokladım, acele ilerleyip etekledim. Paşanın gözleri kıpkırmızı idi.
Dedi ki:
  • Sizi rahatsız ettik Rasim Beyefendi...
İçim biraz ferahladı.
  • Başımıza geleni sormayın; Bestenigâr Kalfa sizlere ömür.
  • Cenab-ı Hak ömr-i devletlerinizi arttırsın.
Paşanın konağı zamanının mûsıkî akademisi idi. Hatta Sultan Hamid’e raks için, saz ve söz için Çerkes kızları talim ve terbiye edilirdi. Bestenigâr Kalfa, Paşa’nın sazının başhanendesi idi. O ne ses! Kemençe gibi bir ses ki, bir kemençenin perdelere râm emniyeti bile onda vardı. On beş gün evvel “Enfloenza” gibi başlayan dörtnala bir verem, o kahrolası hastalık o güzeller güzeli tazeyi alıp götürmüştü. Paşa devam etti:
  • Şimdi zatıalilerinden rica ediyorum. Hâle münasip bir güfte kerem buyurun...
  • Ferman efendimizindir, dedim; dışarı çıktım. Beni yan odaya aldılar. Bir de ne göreyim Hafız Hüsnü de orada değil mi? Onu da çalyaka edip getirmişler ki, güfteyle beste olsun diye... Oturdum... Korku ile kaderin, mesti ile huşyarlığın memzuç ve mümtezici şu mısraları söyledim:

Çok sürmedi geçti tarâb-ı şevk-ı bahârım
Soldu emelim, goncalerım, reng-i izârım
Bir bülbül raksân-ı tarâb-nâk idim ammâ
Bilmem ki neden terki hevâ etdi hezârım
Bu nağme-i dilsûz u gamım düştü Irak’a
Ben böyle gönüller yakıcı Bestenigâr’ım

Hafız Hüsnü bestesini Bestenigâr eyledi. Geçtik Paşa’nın yanına... Ben güfteyi okudum Paşa merhum hıçkırdı. O besteyi terennüm etti hüngürdedi... Etekleyip dışarı çıktıktan sonra bize altın yirmişer lira ihsan geldi. Eh! Bestanigâr Kalfa’nın bestesi, Hafızın sesi bir araya gelince....”

Hayatının sonlarını maddi sıkıntı ve sağlık sorunlarıyla geçiren Ahmed Rasim Bey,1927de Atatürk’ün teklifi üzerine İstanbul Milletvekili seçildi.Büyük maddi sıkıntılar çektiği o günlerde Atatürk’ün kendisini bu durumdan kurtaran teklifi üzerine Ahmed Rasim Bey’in “gerçekten ekmek Arslanın ağzındaymış!...” dediği de ünlüdür.Ahmed Rasim Bey 21 Eylül 1932’de 67 yaşında Heybeli Ada’da öldü. Cenazesine adalı Rumlar da katıldı.

Abdülkadir Meragi

ABDÜLKADİR MERAGİ
17.12.1353? - 3.1435

Musikimizde “Hoca” olarak tanımlanan ve ünvanıyla özdeşleşen Abdülkadir Meragi 1350-60 arasında bugün için İran’ın sınırları içindeki Güney Azerbaycan’daki Meraga şehrinde doğmuştur. Babası yaşadığı dönemin saygın isimlerinden Gıyaseddin Gaybi’dir. Meragi’nin , “Kuran’ı ezberlemek ve beğenilen nağmelerle okumak” amacıyla mûsıkîye başladığını , bunun için de dönemin en iyi hocalarından ders alarak kısa sürede herkesin beğenisini kazanacak seviyeye geldiğini kendi ifadelerinden anlamaktayız. Yine babası için “ mûsıkîde hiç kimse onun mertebesine gelmedi ve gelemez.” dediğine göre ilk müzik derslerini babasından aldığını düşünmek yerinde olur.
Bir çok yönüyle dikkatleri çeken Meragi dönemin geleneklerine uygun olarak Celâyir hükümdarı Sultan Üveys’ in maiyyetine girmiş ve gösterdiği üstün başarılardan dolayı sultanın takdirini kazanmıştır. Bu dönem, Meragi’nin üst düzeyde sürecek yaşantısının da başlangıcı olmuştur.
Sultan Üveys’in yerine geçen oğlu Sultan Hüseyin’in , Meragi’nin öğrencilerinden olduğunu , bizzat Sultanın kendi ifadelerinden anlamaktayız. Sultan Hüseyin , Abdülkadir gibi üstün özellikleri olan bir kişi ile beraber olmaktan duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Daha başka bir deyişle , böylesine büyük bir sanatkârla olan birlikteliği , bir ayrıcalık , bir şereflenme olarak kabul etmiştir. Meragi de Sultanın kendisine gösterdiği saygıyı özellikle vurgulamıştır.
     Sultan Hüseyin’in kardeşi Ahmet tarafından öldürülmesi üzerine bu defa da , Sultan Ahmet’in en önde gelen müzisyeni ve nedimi olarak hayatını sürdürdü. 23.6.1377 tarihli bir belgede , Sultan Ahmet ‘in henüz şehzade olduğu bir dönemde Abdülkadir için söyledikleri dikkat çekicidir. Onun musikideki en büyük üstad olduğu , yine udi olarak ve hattatlık konusunda üstün vasıflara sahip olduğu , daha birçok özellikleri ile vurgulanmıştır.
Anlaşıldığına göre , Sultan Hüseyin’in saltanat dönemine rastlıyor olmasına rağmen , dönemin şehzadeleri ile Abdülkadir arasında bir yakınlık ve görüşme söz konusudur. Yine aynı dönemin önde gelen müzisyenlerinden olan Sultan Ahmet’den Abdülkadir’in mûsıkî  meşk ettiği de günümüze gelen bilgilerdendir. Edebiyat ve mûsıkî   tarihi bünyesinde Sultan Ahmet’in nedimi olarak da tanımlanan Meragi , büyük bestekârlığının yanı sıra edebi kişiliği ve sohbetleri ile de zamanının aranılan şahsiyetlerdendi.
1386‘da , Timur’un Tebriz’e kadar gelmesiyle , Sultan Ahmet yanında Abdülkadir olmak üzere Bağdat’a çekildi. Timur 1393’te Bağdat’ı alınca Sultan Ahmet , Mısır’a sığındı. Sultanla kaçmak isteyen Meragi , Kerbelâ’da yakalandı ve Timur’un huzuruna çıkarıldı. Böylece 19 yıllık Meraga , 14 yıllık Tebriz ve 7 yıllık Bağdat hayatı , yeni ufuklara açılmak üzere sona erdi.

Timur’un huzurunda :
“ Maşruk-u magrib musahhardır sana.
Devlet-i nusret mukarrardır sana.
Feth-i nusret daima bilgindedir,
Devletin Hak’tan mukarrardır sana.”

dörtlüğünü okudu ve bu şiirden memnun olan Timur’da kıymet bilirliğini göstererek onu himayesine aldı. Daha sonraları Timur’un , Meragi’yi baş şehri Semerkand’a gönderdiğini , orada kendisine ihsanlarda bulunduğunu ve yine dönemin önde gelen şahsiyetlerinden biri olarak hayatını sürdürdüğünü görmekteyiz. Timur’un, Abdülkadir Meragi’ye verdiği değerin derecesini belirleyen ünlü “nişan”, 1398 yılında kendine verilmiştir.
1399’larda Abdülkadir , Timur’un oğullarından Miranşah Mirza’nın yanında hayatını sürdürmektedir. İşte bu dönemde Abdülkadir Meragi çok sıkıntılı anlar yaşamıştır. Olay şöyle olmuştur :
Miranşah’ın akli dengesinin yerinde bulunmaması nedeniyle yapmış olduğu tuhaf davranışlar , özellikle Timur’un çok sevdiği gelini Hanzade’yi son derece üzüyor , yıpratıyordu. Hanzade’nin, Timur’a oğlunu şikayet etmesi üzerine hiddetlenen Timur , Tebriz’e gelmiş ve oğlu Miranşah’a vermiş olduğu tüm yetkileri elinden almıştı. Timur , oğlunun bu hale gelişinin sebebini ise onun üç nedimine bağlıyordu. Bu üç nedimden biri de Abdülkadir’di. Bu durumdan haberdar olan Meragi , Tebriz’den kaçar ; fakat yakalanıp Timur’un huzuruna çıkarılır.
Timur’un herhangi bir şey söylemesine fırsat bırakmaksızın Hakanın ayaklarına kapanan ve Kuran’dan bir süreyi etkileyici sesiyle okuyan Abdülkadir , Timur’un hiddetinin geçmesi üzerine bağışlanır ; böylece canını kurtarmış olur. Artık yine Timur’un nedimleri arasındadır ve hak ettiği ilgiyi her zaman görür.
1405’te Timur’un ölümü üzerine Abdülkadir saraydaki durumunu korur.
Timur’un torunu Halil Mirza’dan da aynı ilgiyi görür. Daha sonra Halil Mirza’yı tahttan indiren amcası Şahruh’un maiyyetine girerek Herat’da kalır.
     1435 yılında Rey’deki kışlığına giden Şahruh’a gelen haberler çok kötüdür. Herat’da veba salgını baş göstermiştir. Bunun üzerine Şahruh “Horosan tarafından gelen mektupların açılmamasını , hiç kimsenin fikir yürütmemesini ve dolayısıyla halk arasında kargaşaya meydan verilmemesini “ emreder.
Veba salgınından ölenler arasında Abdülkadir Meragi de vardır ve Meragi’nin 1435 yılındaki ölüm haberinin duyulması, uzun sürmez.
Abdülkadir Meragi’nin üç oğlu olmuştur. Nureddin Abdurrahman , Nizamüddin Abdürrahim ve Abdülaziz isimlerini taşıyan üç oğlu da müzisyendir. Abdülaziz’i Osmanlı Sultanı Fatih’ e sunduğu “ Nekavet’ul Edvar” isimli kitaptan tanıyoruz. Yine Abdülkadir’in torunu , Abdülaziz’in oğlu Mahmud Çelebi de yazmış olduğu  mûsıkî kitabını, II.Bayezid’e sunmuştur.
       Bazı kaynaklarda Abdülkadir Meragi’nin yazmış olduğu kitaplardan Makasıd’ul – Elhan ‘ın bazı nüshalarının II.Murad’a ithaf etmiş olması , onun Bursa’ya kadar geldiği konusundaki düşüncelere sebep olmuştur. Kesin delillerin olmayışı ve o dönemdeki siyasi anlayış çerçevesinde yapılan değerlendirmelerden , bu konunun bir söylenti olarak günümüze geldiğini düşünebiliriz.
Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen Meragi , tüm kaynaklarda , bestekâr , hanende , udi , ressam , şair , hafız ve hattat olarak tanımlanmıştır. Özellikle yapmış olduğu müzikolojik çalışmalar , geçmişin birikimini özümseyerek ortaya koyduğu eserler ,mûsıkî aleminde onu ayrı bir yere koyar. Yine onun bestekârlık kudretini gösteren ve mûsıkî tarihimizde ayrı bir yeri olan “Nevbet-i müretteb “ olayı şöyle gerçekleşmiştir :
1377 yılının Ocak ayında Sultan Hüseyin’in sarayında bir mûsıkî toplantısı yapılmaktadır. Dönemin ünlü okuyucuları , sazedenleri ile birlikte zamanının önde gelen bilgin ve müzisyenlerinin bulunduğu bu mecliste , bestelenmesi fevkalâde zor , büyük bir forma sahib olan “Nevbet-i müretteb” ile ilgili bir konuşma geçer. Böyle bir eserin birkaç gün içinde bestelenmesinin imkânsız olduğu kanaati ortaya çıkar. Sohbetin bu anında Abdülkadir Meragi ,her gün bir “Nevbet-i müretteb” besteleyebileceğini rahat bir şekilde söyler. Hatta birkaç gün sonra başlayacak Ramazan ayı boyunca , her gün için bu formdan ayrı ayrı bir eser besteleyebileceğini , kendine güvenen tarzıyla ifade eder.
Mecliste bulunanlar , olaya şüpheyle yaklaşırken , içlerinden zamanın en değerli musıkişinaslarından Rıyazeddin Rıdvanşah : “Heralde bu eserleri önceden bestelemiştir.” şeklindeki görüşüne karşılık , Abdülkadir , makam , usul ve sözlerin kendileri tarafından belirlenerek , istediklerinin seçilerek kendisine verilmesini ve onlardan bu eseri yapabileceği teklifini getirir. Rıyazeddin Rıdvanşah , böyle bir şeyi yapabileceğine inanıyorsa , Meragi ile 100.000 dinarlık bir bahse girebileceğini herkesin içinde büyük bestekârımıza yöneltir. Abdülkadir de bu teklifi tereddütsüz kabul eder.
   Bu arada , hiç müdahale etmeden olayı izleyen Sultan Hüseyin , söze karışarak , güftelerin seçimi için mecliste bulunan üç  mûsıkîşinası görevlendirir. Makam ve usullerin ise Rıyazeddin Rıdvanşah tarafından belirlenmesi konusundaki isteğini ortaya koyar.
      Böylece güftesi 4 bölümden oluşan “Nevbet-i müretteb” için gerekli tespitler yapılarak , Abdülkadir’e verilir. O da eserlerini istenilen şekilde besteleyip , huzurda icra etmeye başlar.      Ramazan’ın son günü ise tüm eserleri icra ederek bu büyük bahsi ve bir servet olan 100.000 dinarı kazanır.
    Dahi bestekârımız Abdülkadir Meragi 7 tane usul terkib etmiştir. Fakat ona mûsıkî aleminde hak ettiği şöhreti sağlayan eserlerinin yanı sıra , yazmış olduğu kitaplardır demek yanlış olmaz. Kenzu’l Elhan , Camiu’l Elhan , Şerhu’l Kitabu’l Edvar , Kitabu’l Edvar , Makasıdu’l Elhan , Fevaid-i Aşere , Zubdetu’l Edvar yazmış olduğu eserlerin belli başlılarındandır.
    Meragi , Kâsat-ı Çini adını verdiği bir de saz icad etmiştir.
Abdülkadir Meragi’nin bugün elimizde 29 civarında eseri vardır. Fakat onun adı ile günümüze gelen eserleri için müzikologlar farklı değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.
    Bir bölüm araştırmacı kullanılan makam ve usullerin o günkü nazariyata uymadığı görüşünü ileri sürerken , bir bölüm araştırmacı ise , Osmanlı-Türk icracılarının bu eserleri kendi zevk ve anlayışları içinde değerlendirmelerinden dolayı, bazı değişimlerin olabileceğini, bu görüşten hareketle de eserlerin ona ait olduğu savını ileri sürmüşlerdir. Yine güfte konusunda ileri sürülen düşünce ise, o günkü dile hakim olamayan hanendelerin, güfteyi bozduklarıdır.
    Her halükârda bu eserler klâsik mûsıkîmize büyük renk katan ; üslub , makam ve usul anlayışı ile kendinden sonraki birçok besteciyi etkileyen , son derece sanatlı eserlerdir.





6 Nisan 2016 Çarşamba

Hacı Arif Bey

   İstanbul'da Eyüp semtinde doğdu. Eyüp Şeri'ye Mahkemesi Başkâtibi Bekir Efendi'nin oğludur. Daha ilköğrenimi sırasında güzel sesiyle dikkati çekti. Kendisiyle önce Zekâi Efendi (Dede) ilgilendi ve onu besteci Eyyubî Mehmed Bey'e götürdü. Arif Bey ilk musıkî zevkini, bilgisini MehmedBey'den aldı. Altı yaş büyüğü olan, geleceğin değerli bestecisi Zekâî Efendi, onu hocası Dede Efendi'yle tanıştırdı; mûsıkîye karşı büyük yeteneği olduğunu Dede Efendi de görmüştü. Arif Bey 1844'te Mehmed Bey'in yardımıyla Bab-ı Seraskeri'ye memur olarak girdi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da mûsıkîye vakit ayırıyordu. Bir süre Mehmed Bey'in Muzika- Hümayun'daki derslerine dışardan devam etti. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecid onu Muzika- Hümayun'a aldırdı. Saray'daki musiki hocası besteci Haşim Bey'dir. Haşim Bey'den çok yararlandı, ondan yüzlerce eser öğrendi. Okuyuş üslubunu da ondan aldığı söylenir.

   Abdülmecid, Arif Bey'e Saray'da büyük yakınlık gösterdi; onu "kurena"lık (mabeynci) rütbesine kadar yükseltti, dördüncü Mecidî nişanıyla ödüllendirdi. Arif Bey haremdeki cariyelerin mûsıkî hocalığı görevini de yürütüyordu. Bu dersler sırasında Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. Padişahın izniyle Çeşm-i Dilber'le evlenerek Saray'dan ayrıldı. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Çeşm-i Dilber, çocuklarını Arif Bey'e bırakarak bir tüccarla evlendi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdilihicazkârşarkılarını terkedilmenin acısı içinde besteledi.

   Bir süre sonra Abdülmecid tarafından "serhanende" olarak yeniden Saray'a alındı, gene haremdeki mûsıkî dersleri hocalığıyla görevlendirildi. Besteci bu kez gene bir cariyeye, Zülf-i Nigâr Hanım'a âşık oldu. Bu olay Saray'da duyulur duyulmaz, Abdülmecid onları evlendirdi. Zülf-i Nigâr'ınkısa bir süre sonra veremden ölmesi, besteciye yeni bir acı kaynağı oldu. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri  tende cânımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir.

    İkinci kez evlenirken de Saray'dan ayrılan besteci, yeniden Saray'a dönmek istiyordu. 1861'de Abdülmecid ölmüş, kardeşi Abdülaziz tahta çıkmıştı. Arif Bey, besteci Rıfat Bey'in yönetimindeki Saray Fasıl Topluluğu'na "serhanende" olarak alındı; ayrıca gene cariyelerin mûsıkî hocalığıyla görevlendirmişti. Onu iki kez evliliğe götüren bu görev, üçüncü kez de aynı sonucu verdi. Arif Bey bu kez Pertevniyal Valide Sultan'ın nedimelerinden Nigârnik Hanım'a âşık oldu. Musıkî dersleri sırasında doğan bu ilişki de, padişah ile valide sultanın uygun görmesiyle, evlilikle sonuçlandırıldı.

   Ömrünün sonuna kadar Nigârnik Hanım'la evli kalan Arif Bey'in Saray'daki bu üçüncü görevi on yıl sürdü. Ününün artık doruğundaydı. İstanbul'un mûsıkî çevrelerinde, konaklarda, özel meşkhanelerde yapılan mûsıkî toplantılarında en çok aranan sanatçıydı. 1871'de tekrar Saray'dan ayrıldı. Şura- Devlet'te, Beykoz Aşar müdürlüğünde beş yıl memur olarak çalıştı. Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Muzika- Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı. V. Murad'ın üç aylık padişahlığından sonra II. Abdülhamid tahta çıktı. Besteci uzun bir süre işsiz kaldı, geçim derdine düştü. Zincirlikuyu'da bir çiftlik evine çekilip çevreden koptu. Bu sırada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Arif Bey savaş yıllarını çiftlikte geçim sıkıntısı içinde geçirdi.

   Savaş bittikten sonra Osmanlı Sarayı bestecinin yokluğunu yeniden hissetmeye başladı. Arif Bey'in içinde bulunduğu durum Abdülhümid'e iletildi. Bunun üzerine besteci yeniden Saray'da görevlendirildi. Hacı Arif Bey'in öğrencilerinden besteci Levon Hancıyan'ın anlattığına göre, Saray'a alınışı şöyle olmuştu: İran şahı Nasıreddin, eserlerini çok beğendiği Arif Bey'i İran Sarayı'na davet eder, padişahtan da besteciye izin verilmesini rica eder. Türk musikisinden öteki padişahlar kadar zevk duymamakla birlikte, Arif Bey'in şarkılarını seven Abdülhamid, şaha bestecinin Saray'dan ayrıldığından haberi olmadığını söyler ve onu yeniden Saray'a aldırır. Arif Bey bu arada Şirazlı Hafız'ın bir gazelini besteleyerek, İstanbul'a gelen şaha sunar. Eseri çok beğenen şah, besteciyi bir nişanla ödüllendirir.

   Muzika- Hümayun'da dördüncü kez görevlendirilen Arif Bey'e kolağası rütbesi verildi, ama bu ona göre küçük bir rütbeydi. Arif Bey önceki padişahlardan gördüğü ilgiyi II. Abdülhamid'den görememenin huzursuzluğunu duymaya başladı. Sarayın eski canlı havası da kaybolmuştu; siyasi durum gittikçe gerginleşmekteydi. Abdülhamid'den umduğu yakınlığı görmeyen besteci, kimi zaman Zincirlikuyu'daki eve çekilerek sade bir yaşayışın verebileceği mutluluğu aradı, kimi zaman da padişahla çatışmayı göze alan davranışlarda bulundu. Abdülhamid'in "Şu şarkıyı oku", diye verdiği bir emre karşı, mabeynciye, "ben onun babasından çok saygı gördüm." Bana, "Şu şarkıyı oku" diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir. Cevabını vermesi üzerine, Saray'da hapsedildi. Elli gün sonra, nihavent makamındaki "Ahteri düşkün garibim, âşık-ı avareyim" şarkısını besteledi. İlk dizedeki "yıldız" anlamına gelen Farsça "ahter" kelimesi "talii düşkün" biçimine dönüştürülerek şarkı Abdülhümid'in huzurunda okundu. Eseri çok beğenen padişah, besteciyi bağışladı.

   Arif Bey ölünceye değin Muzika- Hümayun'daki derslerine devam etti. İstanbul'da öldü. Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına gömüldü.

Bestekâr Hayatları

   Pek yakında bestekarların hayatları da bu blogda yer alacak.

15 Mart 2016 Salı

     Yeni konser programımız İstanbul şarkıları ve türküleri . Mayıs'ta vereceğimiz konser için çalışmalara başladık. Heyecanlıyız :))

26 Ocak 2016 Salı

       Koro çalışmalarımız Pazartesi-Cuma günleri 14.00-16.00 saatleri arasında İŞ.KA.DER lokalinde yapılmaktadır. Adres: Reyhan sok. 62/A Yenimahalle Bakırköy








10 Ocak 2016 Pazar

Selamlar. Nota Arşivimiz pek yakında hizmete girecektir.Ayrıca koromuzun etkinlikleri de bu sayfadan duyurulacaktır.