ŞEVKİ BEY
1860-20.02.1891
Şevki
Bey 1860 yılında Fatih Kumrulumescit’de doğdu. Babası tarakçı esnafından Ahmed
Efendi’dir. İlkokul ve Ortaokuldaki öğrencilik yıllarında musıki yeteneği ve
sesinin güzelliği ile dikkatleri çekti. Bu yıllarda Bayındırlık ve Ticaret
Bakanlığı kâtiplerinden Necmeddin Bey, Şevki Bey’e ilk musıki derslerini
vermeye başladı. Ortaokul sonrası, musıkideki ilerlemesi gözönüne alınarak
Mızıka-yı Hümayun’un Türk Müziği bölümüne girdi. Burada karşılaştığı Hacı Arif
Bey ile musıki ufku genişleyen Şevki Bey, hocasından özellikle şarkı formunun
teknik inceliklerini öğrendi. Sadece sarayda kalmayan bu çalışmalar, Hacı Arif
Bey’in evinde de sürdü. Oldukça güçlü bir hafızaya sahib olan Şevki Bey,
böylece binlerle ifade edilebilecek eserleri, hocasından geçmiş oldu. Bu
yıllarda Mızıka-yı Hümayunda bulunan diğer hocalardan yararlanmış olması da doğaldır. Yine Zekâi Dede’nin evine
ve bir süre Bahariye Mevlevihanesi’ne devam etti fakat onu temel kaynağı Hacı
Arif Bey olmuştur.
Şevki
Bey, hocasının 1885 de ölümünden sonra saraydan ayrıldı. Bu yaşlarda yapmış
olduğu şarkıları, zamanın musıki ortamlarında sıkça okunuyordu ve bestekârlık
alanında oldukça isim yapmış biri idi. Yakınlarının aracılığı ile girdiği
Gümrük Bakanlığın’da kâtip olarak hayatının sonuna kadar çalıştı.
Osmanlı
sosyal hayatındaki değişim, sarayda yapılan musıki ve değişen musıki anlayışı,
bu san’atın farklı ortamlarda icrasına da neden olmuştu. Bir bölümü
yalılarında, konaklarında musıki toplantıları yaparken, bazı kahvehaneler,
meyhaneler de musıkinin yapıldığı bir başka mekân olmuştu.
Saraydan
ayrıldıktan sonra, adeta kendi kapalı iç dünyasının yarattığı bir üslubu
oluşturan Şevki Bey, klâsik bilgi ve birikimi zayıf olmasına rağmen, kendisi
için yeterli olan şarkı formunun gerektirdiklerini, bestekârlık dehası ile
birleştirerek şarkılar besteliyordu. İçkiye olan düşkünlüğü, düzey ve mekân
ayrımı yapmasını engellediği için de onu bu farklı yerlerde görmek mümkündü.
Fakat eserlerindeki samimiyet, akıcılık ve üstün zevk unsurları onu tüm
meclislerin aranan şahsiyeti yapmıştı. Şevki Bey’in hakkında yazılanların büyük
bir bölümü onun içkiye olan düşkünlüğünü ve bunun sonucunda da “içkinin
mahvettiği bir deha„ olarak olarak değerlendirildiğini kapsamaktadır.
Sadi
Yaver Ataman, babasından duyduklarını şöyle anlatmıştır: “Babamın anlattığına
göre Şevki Bey, konağa içkili geldiği için sofraya oturmaz, merdiven, başındaki
küçük odada babamla karşılıklı demlenmekten hoşlanırmış. Bir hayli demlendikten
sonra ağız ve burunlarını silip, ceketlerini ilikleyip toplantı salonuna
girerlermiş.
Şevki
Bey her zaman odanın kapıya yakın bir yerinde kenarları sırma şeritli, ibrişim
püsküllü kadife koltukta ellerini dizleri üstüne koyarak, gayet edepli bir
şekilde oturur, çok konuşmaz, bir şey
sorulduğunda mahçup bir şekilde cevap verirmiş....
Babam,
Şevki Bey’in devamlı hüzün içinde görünen gözlerinin altı hafif şişik, hayata
bağlılığı zayıf, yaşından büyük gösteren bir genç adam olduğunu, oldukça iyi ud
çaldığını, mızrabını udun sapına yakın ve tellere hafifçe vurarak, kısık sesi
ile şarkılarını okuduğunu söylemiştir.„
Şevki
Bey’in yakın arkadaşı yazar ve bestekâr Ahmed Rasim Bey, “Ayaz Paşa Kola
Çıkıyor„ adını verdiği hatırasında Şevki Bey ile yaşadığı olayı şöyle
anlatıyor:
“Bir Avrupa Kumpanyasının
oynadığı Karmen Operasından çıktıktan sonra, sarındım, toplandım, yola çıktım.
Meyit yokuşu yoluyla dönüyordum. Şişhane, önlerine geldiğim sıralarda idi ki,
oradaki merdivenli yokuştan, birinin yuvarlana yuvarlana caddeye geldiğini
gördüm. Derhal koştum, kolundan tuttum, kaldırdım. Bir de bakayım ki bizim
meşhur bestekâr, hanende Şevki Bey merhum değil mi? O kadar sarhoş ki gözlerini
bile açamıyor. Şimdine yapmalı? Bırakmak
olmaz, o halde. O vakitler Beyoğlu’nda otel de bilmem. Düşündüm. Koluna girip
eve sürüklemekten başka aklıma bir çare gelmedi. Koluna girdim, yürüttüm.
Köprünün ortasına geldik Şevki’nin galiba istimi tükenmiş ki birden bire çöktü,
serildi. “Ne„ dedim “kalk birader davran, kendine gel„ Belaya bakın ki eğilmek
ihtimali yok.
Muşambayı, paltoyu çözmeyince mümkün değil.
Hem hangi elle? Geceleyin uğradığım derde bakın. Rüzgar azdıkça azdırdı. Aman
ya Rabbi, sen bilirsin. Bıraksam beş dakika sonra kıkırdayacak. Söz anlamaz,
duymaz. Belki de donma alametleri yüz göstermiş. Şimdi ne yapmalı? Kederimden
ağlıyordum. Bıraksam bir cinayet, bırakmasam başı ucunda dursam ben de intihara
karar vermiş olacağım. Etrafta adam değil, it bile görünmüyordu. Gençlik ah
gençlik. Gücüne ve ezici kuvvetine kurban olayım. Buzdan herbiri yarımşar okka
olmuş eldivenlerini nasıl çıkardım, muşambayı çözdüm. Şevki’yi öyle bir
sırtlayış sırtladım ki hala bu muvaffakiyetime hayretteyim. Gayret, tehlikeden
kaçış, bir arkadaş kurtarış, bana hararet veriyordu. Merhumu kuytu yerlerde
dinlene dinlene, mola vere vere eve getirdim. Getirdim amma bende yarılmadık
dudak, çatlamadık el kalmadı. Ciddi söylüyorum ki o ayazda ben de birdenbire
heyecanlanıp da böyle bir güçlüğe katlanmasaydım, sabahleyin köprüden geçenler,
ikimizi de sırıtmış bulurlardı. Ne dersiniz? Şevki sabahleyin beni görür görmez
teessürsüz “gel şu şarkıyı geç„ diye kendine has okuyuş tarzı ile “Mahzun
dilimi şâd edecek sensin efendim, Her lâhza beni yâd edecek sensin efendim„
şarkısını okumasın mı? Biçare yemin ederek, akşam ki maceradan haberi olmadığını,
hayretler içinde temin etti.”
İşte
bu ruh yapısıyla hareket eden ve bu yapıya esir olan Şevki Bey bir gece yakın
dostu gümrükçü Rahmi Bey’in evinde yine fazlasıyla içmiş ve 20 Şubat 1891’de
yatağında ölü bulunmuştu. Anlatılanlara göre ölümünden birkaç gün önce yeni
diktirdiği takım elbisesi ile resim çektirip oradan Rahmi Bey’in evine
gitmiştir. Cenazesi kalabalık bir toplulukla Beylerbeyi sırtlarındaki Nakkaş
Baba mezarlığına defnedilmiştir. İstanbul gazetelerinde çıkan haberlerden biri
şöyle idi: “Hanende-i şehir Şevki Bey, cumartesi gecesi Beylerbeyi’nde Gümrükçü
Rahmi Bey’in hanesinde kalp sektesinden öldü. Mazisi de üstad fakat mest ü
müdam idi.„ (durmadan şarab içen)
“Türklerin
Schubert„i olarak da isimlendirilen şevki Bey’e ölümünden sonra yakın dostu
Mehmed Hafid Bey, vefasını göstermiş, onun sağlığında bastırmak istediği
şarkılarının güftelerini “Yadigâr-ı Şevki yahut Mahsul-i Tabiat„ adı altında
bastırmıştır. 1893 de bastırılan bu kitapta 700 civarında güfte mevcuttur.
“
Arza lâyık değil amma hünerim
Nâcizane bini buldu eserim„
diyen Şevki Bey’in binin üzerinde
eser bestelediği, kendi beytinden anlaşılmaktadır. Fakat bu gün elimizdeki
eserleri 235 civarındadır. Uşşâk makamında yapmış olduğu 72 eser de onun
bestekârlık vadisindeki ayrı bir özelliğidir.
Rindane
yaşayışı ve hayat felsefesi onun musıki anlayışının da kendine has olmasına
neden olmuştur. Bazı şarkılarında Hacı Arif Bey’in etkisi görülse de tamamen
kendine özgü bir üslûbu vardır. İçinden geldiği gibi ve tümüyle (birkaç örnek
hariç) şarkı formunda eserler vermiştir. Ardarda 8-10 şarkı bestelediği ve bu
şarkılarda farklı duygu ve anlayış
yoğunluğunu aksettirdiği bilinmektedir. Son derece içli, san’at kuşkusunu
taşımayan, ritmik özellikleri yerinde kullanan bir anlayış da, Şevki Bey’in
eserlerinin ortak özellikleridir.
Şevki Bey’in
bestekârlığına hayran olan ve ona birçok güfte veren dostu Mehmed Hafid Bey,
sonradan yaptırdığı mezar taşına yazdığı şiir ise şöyledir:
Mûsıki
fenninde kesb-i imtiyâz
Eylemişdi
şevk-i âheng-tırâz
Rahât’ül-Ervâh
idi her nağmesi
Sûz-i
Dil’den gösterirken perde sâz
Tâze
bir verd-i sabah-perver iken
Kıldı
pejmurde hazân-ı tîre-bâz
Târ-ı
tanbûr-î hayâtî gam alıp
Eyler
idi mızrâb-ı kalb-ihtisâz
Müstaiddi
kâr-ü nakş’a tab’ı kim
Merhâle-i
Nakkâş oldu sâye-sâz
Bir nefeste mürg-ı rûhu bâl açıp
Cennete
kondu misâl-i şâhbâz
Çıktı
bir târih pesendîde Hafîd
Hâke
düştü bî-emel ol verd-i nâz