Leyla Saz

LEYLÂ HANIM

1850 - 6.12.1936

      1933 yılında almış olduğu “SAZ„ soyadı için “Kendimi bildim bileli günüm onsuz geçmedi„ diyen Leylâ Hanım 1850 yılında İstanbul’da doğdu. Döneminde şair, yazar ve bestekâr olarak ünlenen Leylâ Hanım’ın babası devletin üst düzeyinde görev yapmış Hekim İsmail Paşa’dır. Söylentiye göre hanım sultanlardan birine yaptığı ameliyatın başarıyla sonuçlanması üzerine saraya “hekimbaşı„ olmuştur. Bu yüzden de Leylâ Hanım’ın çocukluğu sarayda geçti. 1853-1860 yılları arasında I. Abdülmecid’in kızı Münire Sultan’ın yanında, Dolmabahçe Sarayında yaşadı. Bu süre içinde Sarayda öngörülen eğitimi aldı. Aynı zamanda babasının tutmuş olduğu özel hocalardan aldığı dersleri ile de kendini geliştirdi. Sultan Abdülmecid’in ölümü üzerine değişen saray koşulları sonucunda da babasının atandığı Girit Valiliği, Leylâ Hanım’ın saraydan ayrılıp Girit’e gitmesine neden oldu. Sarayda bulunduğu yıllarda özellikle “Harem„ ile ilgili yapmış olduğu gözlemler ve sonradan bunları kaleme almış olması, onun en önemli yönlerinden birini oluşturmuştur.
         Girit Adası’nda yolculuk sırasında tanışmış olduğu Yunanlı profesör Kontanaki isimli hanımdan Rumca ve Fransızca’yı öğrendi. Bu iki dili de şiir yazacak kadar geliştirdi. Leylâ Hanım Girit Adası’nda , sarayda bulunduğu yıllarda eğitimini almış olduğu Batı Müziği, piyano, Klâsik Türk Müziği, Arapça ve Farsçasını Girit’de bulunduğu süre içinde geliştirdi.
            Babasının Aydın Valiliğine atanması üzerine İzmir’e giden Leylâ Hanım, henüz 19 yaşında iken, kendisini şiirlerinden tanıyan Sırrı Paşa ile burada evlendi. Eşinin görevi dolayısıyla Prizren, Rusçuk, Trabzon ve Kastamonu gibi şehirleri dolaştı. “Yazar„ kimliğini görev yaptıkları bu yerlerde değerlendiren Leylâ Hanım eşinin sıksık yaşadığı görev yeri değişiklikleri sırasında İstanbul’da bulunduğunu ve saray ile olan ilişkisinin devam ettiğini hatıralarından öğrenmekteyiz. Eşinin Bağdad Valisi iken ölümü üzerine zaten İstanbul’da bulunan Leylâ Hanım bu şehire yerleşti. Bu yıldan sonra dönemin önde gelen müzisyenleri ile beraber mûsıkî yapma imkanını buldu. Şiirleri, notaları, anıları ve kütüphanesi, Bostancı’daki yangın sırasında köşkü ile birlikte yanan Leylâ Hanım, bu olaydan büyük üzüntü duymuş, anılarını daha sonra hatırladıklarından tekrar kaleme almıştır. Aynı şekilde şiirleri ve şarkılarının bir bölümünü, yakınları onun üzüntüsünü hafifletmek için yayınlamışlardır.
           Medeni Aziz Efendi ve Nikoğos Ağa onun musıkideki hocalarıdır. Özellikle Medeni Aziz Efendi ile tanıştığı 1876 yılından ölümü olan 1895 yılına kadar yararlanmıştır. Yine dönemin ünlü bestekârlarından Asdik Ağa’dan da yüzlerce klâsik eseri meşk etmiştir. Bunların dışında Leylâ Hanım’ın evinde ölümüne kadar sürdürdüğü mûsıkî toplantıları da, onun musıkiye olan sevgi ve bağlılığının bir göstergesidir. Günümüze gelen bilgilerden onun mûsıkîye olan düşkünlüğünü gösteren birçok örnek vardır. Bir gün gitmiş olduğu Beykoz, Yuşa Tepesi’ndeki doğal ortamda bir fasıl yapmak istemiş, yaşlılığından dolayı koltukta oturur şekilde tepeye çıkarılmış, orada harmonikasını saatlerce çalmış. Yine başka bir defa da bir boğaz gezisinde, Kanlıca koyunda şafak sökene kadar piyano çalmış, saatler ilerlemesine rağmen heyecan ve şevkinden bir şey kaybetmemesi, bu yaşlı bedenin gösterdiği irade ve enerji, etrafındakileri hayrette bırakmıştır.
        Hayatının sonlarında, ağır hasta halinde iken ziyaretine gelen Kemani İsmail ve Mısırlı Udi İbrahim’den mûsıkî yapmalarını istemiş, gözleri kapalı şekilde dinlediği eserin bir yerinde yapılan hata üzerine, onu dinlemiyor zanneden iki müzisyeni, dikkat kesilerek uyarmıştır.
          Yine o dönemlerdeki Boğaziçinde yapılan mûsıkî ile ilgili olarak anlattığı şu hatırası ilginçtir. “ ..... Eğlenmek için şehrin gürültüsünden kaçar mehtab altında ışıldayan suların koynuna atılırdık. Bebek’le Emirgân arasında yüzlerce sandal ve bunlarda ipeklere bürünmüş, incecik yaşmaklarının ardından birer hayal gibi beliren genç kızlar. Yarabbi! O günleri hatırlıyorum da nasıl tıkanmıyorum. Hele meşhur hanende Nedim’in sesi duyulunca bilemezsiniz etrafa nasıl bir ilâhi sükûn çöker, sanki sular bile susardı.
Gördüğüm gün rûyini ey mehlikâ

Bu billûr gibi ses Boğaz kıyılarını yalayarak titreye titreye sularda ölürken biz, duygularımızı aydan bile kıskanır gibi gözlerimizi yumar, kendimizden geçerdik. Ve şafak böyle söker, sabah böyle olurdu.
Mehtab safalarının elebaşlarından biri de meşhur Deli Fuad Paşa idi. O, Sait Halim Paşaları, Hamdi Paşaları gölgede bırakmak için mavnalara piyanolar, mükemmel saz takımları yerleştirir, Boğazı çın çın öttürürdü. Şimdi size o günleri nasıl anlatabilirim ki!... Ben de o mazi gibi göçtüm artık. Yalnız şu kadarını iyice hatırlıyorum ki, Sultan Hamid tahta çıktıktan sonra mehtab safaları da, Boğaz sularında son nefesini verdi.
Bir gece bütün sandallar Hidiv İsmail Paşa’nın yalısının önünde toplanmıştı. O kadar ki, bir an oldu Boğaz sandallarla kaplanacak sanmıştım. Yalının karanlık pencerelerinin ardından ud, rübab, ve def seslerine, hanendelerin nağmeleri karışıyordu.
Ertesi gün gayri ihtiyari bütün sandallar yine aynı yalının önünde birikmişlerdi. Ve aynı saz, aynı ses, yine başlamıştı. Fakat çok sürmedi. Sıcak diyarların bizi ağlatan bu baygın sesi birden bire susmuştu. İşte susuş o susuştur. Meğer jurnalciler -denizde toplanıyorlar- diye Sultan Hamid’e yazmışlar, o da kuşkulanmış ve yasak etmiş.”
Bütün kaynaklarda gerçek bir hanımefendi olarak nitelenen Leylâ Hanım, hayatı boyunca saygıdeğer kişiliği ile de dikkatleri çekmiştir. Onun doğal olan bu halinin üslub olarak, şarkılarına da yansıdığını söyleyebiliriz. Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murad, II. Abdülhamid, Mehmed Reşad, Vahdeddin ve Cumhuriyet dönemini yaşayan Leylâ Hanım’ın hem imparatorluğun geldiği nokta, hem de kişiliğini yansıtması bakımından anlatılan şu olay ilginçtir:
Küçük torununu yanına alan Leylâ Hanım, saraya bir bayram ziyareti için gitmiş. Aile dostu olarak gödüğü Leylâ Hanımı, Sultan şahsen kabul etmiş. Yanına oturup onunla ilgilenmiş ve iltifatlarda bulunmuş. Saray adabı gereğince, Sultanın yanında kısa bir süre kalıp ayrılmışlar. Sarayın bahçesinde arabaya binip gitmek üzereyken haremağası her ikisine de birer kese vermiş. Arabada iken küçük Nezihe dayanamayıp keseyi açmış, içindekileri eline dökmüş. Dört, beş tane gümüş sikke çocuğu çok sevindirmiş. Aslında eve dönülmeden kesenin açılmış olması, onun adabına göre ters düşmesine rağmen, küçük kız anneannesinin üzgün, hatta sessizce ağladığını görmüş. Telaşla anneannesi Leylâ Hanım’a ne olduğunu, neden üzüldüğünü, yanlış bir şey mi yaptığını sorunca Leylâ Hanım bir süre sessiz kalmış ve; “Küçük kızım. Verilen keseyi hemen açman doğru değildi. Ancak benim üzüntüm ondan değil. Sultanın ve devlet hazinesinin durumunun ne kadar bozulmuş olduğunu idrak ettim de ona üzüldüm. Ben senin yaşında iken, bayram tebrikleri sonunda ihsan edilen keselerden daima altın çıkardı„ demiş.
    Leylâ Hanım 200’ün üzerinde eser bestelemiştir. Fakat bugün elimizde bulunan parçalarının sayısı 52 kadardır. Türkü ve Marş formlarında da eserler veren Leylâ Hanım’ın tekniği sağlam, üslub yönüyle asil, makam anlayışı ise gelenekseldir. “Yaslı gittim şen geldim„ güfteli marşı, bugün bile bilinen ve söylenen marşlarımızdandır. Bunun yanısıra belli başlı şarkıları, klâsik repertuarımızın da önde gelen eserlerindendir. Öyle ki hanım bestekârlar içinde Leylâ Hanım’ın yeri oldukça farklıdır.
2 erkek 2 de kız çocuk sahibi olan Leylâ Hanım’ın yazmış olduğu şiirler de döneminde dikkatleri çekmiştir. 1928 yılında “Solmuş Çiçekler„ adlı kitabında toplayabildiği şiirlerini yayınlanmıştır. Şairliğiyle ilgili olarak sorulan soruya kendisi şu cevabı vermiştir: “ Ah yangın! bütün şiirlerim, notalarım, Bostancı’daki köşkümde yandı. Sahi, ilk şiirim, nasıl şeydi acaba? Neden onu ezberlemedim ki!... Yazardım ama daha çok okurdum. Bütün eslâf divanlarını seve seve okumuştum. Babam İsmail Paşa, Girit’e vali olarak gidince, orada kaldığımız beş yıl süresince ben şiir ve sazdan başka hiçbir şey düşünmedim. Yazmış olmak için asla yazmadım. Kalemi elimle değil, kalbimle tutardım. Yabancı bir göze, soğuk görünecek bir mısraımın bile benim için kıymeti büyüktü. Bu sebeple aralarından birini seçemem. Bakın, mesela Abdülhak Hamid 38 yıl önce Fenerbahçe için yazdığım şiiri beğenirdi.” Yine harem hayatı ile ilgili yazdıkları, onun bu konuda temel kaynaklardan biri olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
     Yaşadığı sürece hem zamanının ileri gelen devlet adamlarını tanımış olması, hem de evini bir san’at evi haline dönüştürecek mûsıkî, edebiyat ve şiir konularında ileri gelen san’atçılarla beraber olması onu canlı tutmuş, özellikle mûsıkîye olan sevgisi son demlerine kadar sürmüştür. Ölümünden sonra bile mezarı başında bir fasıl istemiş olması mûsıkîye olan aşkının en büyük delilidir.

  Leylâ Hanım 6 Aralık 1936 yılında Kızltoprak’ta damadı Mehmed Ali Ayni’nin köşkünde hayata gözlerinin yummuş ve Edirnekapı Şehitliği’ne gömülmüştür.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder